3 Mayıs 2012 Perşembe

KAPTAN’A DAİR: ATTİLÂ İLHAN

“Ne vakit Maçka’dan geçsem,
Limanda hep gemiler olurdu” (1)

Onu haftanın bir kaç sabahı görürdüm Maçka Parkı’nın yanından geçerken. 

Başında kasketi, karşı kaldırımdan ağır adımlarla Nişantaşı’na doğru yürürdü.

Benimse o anlarda aklıma, lise yıllarımda ezberlediğim, onun meşhur şiirlerinden birisinin yukarıdaki dizesi geliverirdi hep.

Gitmek isterdim yanına, onunla konuşmak, şiirleri ile ilgili merak ettiklerimi sormak isterdim, yaşam albümümün sayfalarına aydınlık bir fotoğraf daha eklemek.

Ama hemen sonra vazgeçerdim, belki sanatına duyduğum derin saygı ve hayranlığın yarattığı çekingenlikten, belki onu rahatsız ederim korkusundan. Ya da onun karşısında heyecanlanıp konuşamamak ve mahcup olmak ihtimalinden.

Velhasıl, bir türlü cesaret edemedim buna...


“Bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
Çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak”
(2)

Geride bıraktıklarıyla, bir şair, yazar, düşünür ve aydın olarak kültürümüze hiç silinmeyecek bir imza atmış olan Atillâ İlhan’ın eserlerinin, benim gibi birçok insanın hayatında da derin izler bıraktığından o kadar eminim ki...

Yeri geldi karanlığı ve yalnızlığı bile sevdik, ondan dinlediğimiz için. Onun şiirlerinde bazen hayatı bizler yargıladık, bazen de hayat bizleri. Gün geldi, toplum olarak karşı karşıya kaldığımız zulümlere ve baskılara onun şiiri ile dayandık, teselli bulduk.

Kısacası o, hayatımızın fon müziğinin değişmeyen söz yazarı oldu daima...



Şairler dolaşır saf saf
Tenhalarında şiirler söyleyerek
Kim duysa / korkudan ölür
-Tahrip gücü yüksek-
Saatli bir bombadır zaman
An gelir
Attilâ İlhan ölür (3)

Otuzuncu yaşımı bitirdiğim o sonbahar sabahı, ölüm haberini okudum gazetede. An gelmiş, usta gözümüzden gönlümüze intikal etmişti.  Belki maddedeki İstanbul’un değil ama manadaki İstanbul’un kocaman bir parçası da kopup gitmişti onunla birlikte.

“Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor,
Bu şehir o eski İstanbul mudur?” (4)

Yine yolumuz Maçka’ya düşerdi elbet, yine denizi görebilirdik yedi tepenin sırtlarından, ama ne Maçka eski Maçka, ne de İstanbul eski İstanbul’du artık. Çünkü Kaptan, limandaki gemilerden birine binip çoktan sonsuzluğa doğru demir almıştı. Duaların büyük yelkenler gibi açıldığı(5) o mavi sonsuzluğa...


“yıllardan Attilâ İlhan dokuz yüz kırk üç müdür
hani kurtalan treni'nde o kızın unutulduğu
yoksa bütün unutulanlar zaten ölmüş müdür”
(6)

Yıllar sonra hala ağaçlar sonbahara hazırlanıyorsa(4), hala yalnızlık, çakmak taşı gibi sert ve elmas gibi keskinse(7), hala gecenin parmaklarından çiçekler damlıyorsa(8), ya da akşamsa, eylülse, ıslanmışsak(9)...

Kaptan’ın unutulması mümkün mü?

Bu dünyada olmadı ama belki öldükten sonra, Sisler Bulvarı’nda oturup ustayla bir kahve içme şansım olur, kim bilir.

Toprağına yıldızlar yağsın...

Soner Canözer



Alıntılar:
(1) Attilâ İlhan – Üçüncü Şahsın Şiiri
(2) Attilâ İlhan – Sultan-ı Yegâh
(3) Attilâ İlhan – An Gelir
(4) Attilâ İlhan – Ben Sana Mecburum
(5) Attilâ İlhan – Eski Deniz Halkı
(6) Attilâ İlhan – Kurtalan Treni’ne Gazel
(7) Attilâ İlhan – Ayrılık Sevdaya Dâhil
(8) Attilâ İlhan – Yalnızlık Şiiri
(9) Attilâ İlhan – Yağmur Kaçağı



26 Nisan 2012 Perşembe

SU’SUZ KALAN EZGİLER: RUHİ SU

                                                                                                               
 
Dünyadaki tüm müziklerin çıkış noktası olan halk müziği,  aynı zamanda tüm müzik türlerinin temelidir. Dünyadaki hemen hemen tüm müzik türleri onun üzerine bina edilmiştir.  (Rock müzikte bunun en yaygın örneklerini Kuzey Avrupa rock müziğinde görmekteyiz. Özellikle önemli toplulukları yaratan İskandinav rock müziği çoğunlukla kendi halk destanlarından, halk şarkılarından ve folklorundan beslenmektedir ve bu ise ortaya beğeni ile dinlenen eserler çıkarmaktadır.) İnsana, hayata, doğaya ait olan ne varsa en yalın ama en derin şekilde aktaran halk müziği, doğduğu coğrafyanın sesini sözünü, taşını, toprağını, onun üzerinde ya da altında ne varsa içinde taşır. Bu müzikte her ne söylenmişse yaşanmışlığı işaret eder.  Kimi zaman aşkı, doğayı, kimi zaman da mücadeleyi ve kavgayı anlatır. Halk müziğini hakkıyla yapabilmek için hayatı da anlatabilmek gerekir.  Bu nedenledir ki ilk ve sığ bir bakışla basitmiş gibi görülen bu müzik üzerinde söz söyleyebilmek için bilgelik derecesinde hayata dair bir farkındalık ve kavrayış gerekir.  Bana göre ise bir müzisyenin gelebileceği en yüksek mertebe “Ozan” mertebesidir.
Bu yazımda sizlere, o mertebeye ulaşmış, ömrünü halkının müziğine hizmet yolunda harcamış olan büyük ozan Ruhi Su’dan bahsetmek istiyorum.
Ruhi Su, Türk Halk Müziğine ilk defa “Opera” tavrını getirmiş bas bariton yorumcu, besteci ve şairdir. Kendisinden önceki halk müziği geleneğine çok önemli katkıları olan sanatçı, kariyerinde tümüyle halk müziğine yönelmeden önce Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrasında Keman ve Ankara Devlet Opera ve Balesinde Şan sanatçısı olarak yer almıştır. Cumhuriyetin kültür devriminin önemli projelerinden biri olan köy enstitülerinde eğitimci olarak çalışmıştır. Halk türkülerini kendine has, özgün opera üslubuyla söyleyebilmek için bağlama çalışmış, halk türkülerini araştırmış ve sayısız derleme yapmıştır. En önemli katkılarından biri ise halk müziğini bulunduğu noktadan daha ileriye ve modern bir anlayışa taşıma çabasıdır. Halk müziğini çok sesli ve koral olarak yorumlama konusunda çok değerli katkıları vardır. Bu katkılarının başında ise Ruhi Su Dostlar Korosu gelmektedir.
Ruhi Su, Nâzım Hikmet'ten, Türk halk ozanlarından, diğer şairlerden ve kendi külliyatından çeşitli şiirleri bestelemiştir. Sanat hayatı boyunca 16 adet 45'lik plağa, 12 adet uzunçalara imza atmıştır.
Hayatı boyunca insana, tarihe, destanlara ve doğaya olan aşkı ile ve o gürül gürül sesi ile hayranlık uyandıran bir müzik sunmuş olan Ruhi Su,  müziği toplumcu bir anlayışla ele alıp, inandığı doğruları halka müziği ile aktarmayı tercih etmiştir. Özgürlüğe, eşitliğe, cumhuriyetin kültür devrimine ve ülkesinin tam bağımsızlığına olan aşkı ve siyasi görüşleri nedeni ile hayatı boyunca birçok kez haksızlığa, iftiraya uğramış ve hapis yatmıştır. Ama en zor zamanlarında bile halkına ve onun melodilerine küsmemiştir büyük çınar.  Çünkü onun kitabında haksızlık karşısında boyun eğmek yoktur.
Hayatı boyunca inandığı değerler için mücadele eden bu savaşçı ozan, 20 Eylül 1985 günü, pençesine düştüğü amansız bir hastalık nedeni ile ezgileri susuz bırakıp bu dünyadan göç etmiştir.
Zaten acı olan ölümünün daha da acı tarafı, yurtdışında tedavi şansı varken göz göre göre ölüme terk edilmiş olmasıdır. Siyasi görüşü nedeni ile dönemin idarecileri tarafından yurtdışına çıkış izni geciktirilmiştir. İzin çıktığında ise artık çok geçtir.
İşte halkına, halkının müziğine, ülkesinin tam bağımsızlığına olan aşkı uğruna ömrünü, kariyerini feda edebilen büyük bir sanatçı. Üstelik bile bile ölüme terk edilirken bile asla ülkesine, insanlarına ve onların melodilerine küsmeyen bir büyük ozan...
Müziği, bugün salt bir eğlence aracı olarak gören zihniyetten ne kadar uzak öyle değil mi? Her gün medyada  “sanatçı” olarak tanıtılan birçok kişiyi gördükçe, bu ülkenin kültür ve sanat hayatına ne denli büyük bir ihanet edildiğini, neden kültürel konularda ülkece halen bu kadar eksiğimizin bulunduğunu daha da iyi kavrayabiliyoruz. Cumhuriyetin bizlere en önemli getirilerinden biri olan kültür devriminin önünü kesenleri de iyi tanımak ve niyetlerini iyi okumak gerekiyor bu bağlamda.
Ne tür müzik dinlersek dinleyelim, bu topraklarda inandıkları müzik için, sanat için mücadele vermiş sanatçıları unutmamamız gerekiyor.  Zira sanatçılar asıl unutuldukları gün ölürler.

Son olarak Ruhi Su’nun sanata ve halk türkülerine dair düşüncelerine belirgin bir örnek olarak kendi kaleminden yazdığı şu yazısını sizlerle paylaşmak isterim:

(Çocuklar Göçler Balıklar albümünün kapağından)Bu benim onuncu uzun çalarım

Sanatta ise kırkıncı yılım
Şimdiye dek binlerce türkü derledim. Bunun ancak birkaç yüzünü söyleyebildim. Bir folklor enstitüsü ya da etnomüzikoloji çalışması değildi benim çalışmam. Bir sanat çalışması idi. Sanat ise, bir ayıklama işidir. Bulduklarımı bu yönde değerlendirdim. Ezgisi, tartımı, özü ve biçimi ile halkı en iyi hangisi anlatabilmişse onu aldım. Bunları seslendirirken, halkın söyleyişinden çok yararlandım ama halkın ağzına öykünmekten, taklitten ve özenmelerden sakındım. Şehirli olduğumu, bir sanat kültürü aldığımı unutmadım. Hem halkın yaptığını ben nasıl yaparım, diye düşündüm, hem benim yaptığımı halk nasıl karşılar, diye düşündüm. Bir türkü, söylenildiği dilin doğrusu ve güzeli ile söylenmeli. Dildeki yöresel değişimleri, etnik nedenlerle meydana gelen bozulmaları sürdürmeden. Söyleyişte ulusal birliğe ancak böyle varılır. Sanatsal açıdan ise, mutlaka böyle olmalı. Gerçi, nasıl söylenirse söylensin yine de bir şeyler kalır türkülerden ama yalnız bir şeyler mi kalmalı?  Bir şeyler de getirmeli bir söyleyiş. Bir şey getirmiyor, ileriye doğru bir şey değiştirmiyorsa yaşıyor sayılmaz bir sanat. Gelenekler bile yaşayanla zenginleşir. Bu söylediklerim, Türk Sanat Müziği için de, Türk Sanat Müziği sanatçıları için de geçerlidir, bence. Yaptığımız iş, hem halkın özlemlerini gerçekleştirmeli, hem de halkın özlemlerini geliştirmeli.

Ruhi Su



14 Nisan 2012 Cumartesi

CEM KARACA, EDİRDAHAN VE SAFİNAZ ÜZERİNE…



Bu yazımda büyük bir eserden ve onun yaratıcısı olan büyük sanatçılardan,  Cem Karaca’dan,  onun kurduğu Edirdahan topluluğundan (Derya Elver, Salih Çele, Bülent Urkan, Hami Barutçu, Fehiman Uğurdemir ) ve onlar tarafından 1978 yılında kaydedilmiş olan Safinaz isimli eserden bahsetmek istiyorum.
Bir anadolu rock operası olarak tasarlanmış olan aynı adlı albümde yer alan bu eser tam anlamıyla bir başyapıt niteliğindedir.  (Albümde Safinaz, Karam ve Şeyh Bedreddin Destanı olmak üzere toplam üç eser bulunmaktadır.)  Safinaz, hayattaki en büyük hayali kızını okutmak olan kapıcı Kasım’ın bir süre sonra kurduğu bu hayalden çaresizce vazgeçmek zorunda kalışını ve kızının geleceğinin giderek yok oluşunu konu alır.  Tam 18 dakika süren bu şarkı, toplumun o dönemde yaşadığı köyden kente göçün ve kültür yozlaşmasının eşliğinde resmedilen acı bir memleket tablosudur aynı zamanda.  Para ve maddiyat üzerine kurulan haksız bir düzende, yoksulun hayal kurmaya dahi hakkının olmadığını ve sınıf ayrımının utancını yüzümüze çarpan ve yüzümüzü kızartan bir 20. yüzyıl dramıdır Safinaz .
Bu, başta çok bilindik acıklı bir Türk filmi hikâyesi gibi gelse de, şarkının bu hikâye ile birlikte sistemi sorgulayışı ve düzene duyduğu öfkeyi dillendirerek bir başkaldırı tavrını ortaya koyması, müzikal ve edebi üstünlüğü ile bambaşka bir sanat anlayışını bizlere sunmaktadır.  Bu albümde özellikle bakır nefesli çalgıların kullanımı enfestir ve esere bir müzikal havası katmıştır.  Safinaz, eleştirel anlatımı ile de rock tavrını gerçek anlamda temsil eden, efsane nitelemesini ve alkışı sonuna kadar hak eden bir sanat eseridir.
Hayatın içinde çokça karşılaşılan bu ve bu gibi dramatik tablolar kullanılarak toplumun duyguları kolayca sömürülebilir.  Bu en kolay olan yoldur ve yoz kültür bunu sıklıkla kullanır hepimizin bildiği üzere. Ama asıl görev, bu tabloyu veya tabloları yaratan sisteme karşı ses yükseltmektir.  Daha önce de belirttiğim gibi rock müzik olumsuzlukları ortaya koyarken, bir yandan da buna karşı duyduğu öfkeyi dillendiren, eleştiren bir müziktir ve rock müziğin sertliği kullanılan enstrümanların tonundan değil, tavrından gelir zira. (Müziğin sertliğini, distortion tonu ile ölçen tatlı su rock’çılarının bilgisine...)
İşte bu eserde Cem Karaca ve arkadaşları dramatik bir tabloyu resmederken, o tabloyu yaratan koşullara duydukları öfkeyi, coşkulu bir başkaldırıya dönüştürmeyi başarmaktadırlar.  Örneğin şu mısralara göz atalım, sınıf ayrımını ve bu ayrımın nerede filizlendirildiğini anlatan ve eleştiren daha iyi bir söz olabilir mi?
“Fiyatlar artıyordu Kasım’ın ücreti sabit,
Fiyatlar artıyordu, Safinaz okuyordu
Safinaz’ın okuduğu kitaplar yazıyordu;
Bir doktorun işçiden şerefli olduğunu
Özet olarak bu albüm ülkemiz rock müziğinin onur tablolarından biridir ve bu albümü “ben rock dinliyorum” diyen herkesin dinlemesi gerekir.
Son olarak, sözü Cem Baba’nın albüm kapağında yazdıklarına bırakıyorum. Bu yazı ve arka kapaktaki resim rock’ın eskiden nerede durduğunu ve ülkemizde müzik adına bugüne dek neleri kaybettiğimizi açıkça göstermektedir.  Bugün tartışılması gereken ise, bu albümün üzerinden geçen otuz küsur yıl içerisinde ülkemiz rock müziğine neler katılabildiğidir ya da katılamadığıdır.
Bu arada, fotoğraftaki yazıya lütfen dikkat!
Soner Canözer

 “Safinaz 'a ve halkımıza,

Bacılarım, kardeşler, halkımız. Bu uzunçalara sizlerden birinin adını verdim, kızmayın. Siz ve sizin gibileri hep gördüm, halâ da görmekteyim… Bazen bir diskotekte yarınsız , ya da bir arka sokağında bir büyük kentin. Tek ortak yanları vardı, yarınsız olmaları… Şimdilik…

Bu uzunçaları Safinazlara acıdığımdan yapmadım… Acıyamam ki… Ama sizi bu hale düşürenlerle kavgam, sizi ve her şeyi kurtarana dek sürecektir. Şimdi bazıları "sana ne canım, sen mi kaldın kurtaracak dünyayı?" diye uzun kulaklı bir soru sorabilirler; ancak halkımın sağduyusuna şükür halâ şarkılarımı söylüyorum. Amacım mı ne? Herhalde "vatan millet sakarya" üçlemesinin ardına sığınıp cebinizdeki paraları avuçlamak değil.

Elinizdeki uzunçaların fiyatı ne olur bilemem. Belki 2 kilo kıyma fiyatını aşar bu uzunçaların ederi ancak bunun hesabını i.m.f 'den sormak gerek.

Derya davul, Salih  trompet trombon, Bülent  tenor, soprano ve flüt, Hami bas, Fehiman gitar çaldılar, ben de söyledim. İstanbul ses kayıt stüdyosunda Duyal  arkadaş kaydetti… Ali Avaz "gönül plak" bastı… Siz de umarım aldınız dinliyorsunuz…

Ama Safinazların kaderi değişmedi…

Var mısınız dinleyenler kurtaralım Safinazları?

Elele verelim ve…

Değil yalnız Safinazları, çocuklarımızın yarınını kurtaralım. Kırk beş milyon halkımız elele verelim ve komayalım iti, kurdu girsin sürüye…

Sevgiyle

Cem Karaca"